21 Temmuz 2014 Pazartesi

Aylaklara, Adamlara :

"Çevresine bakındı. Yoktu. Oturma odasını da aradı. Orada da yoktu. Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu." - AYLAK ADAM.
  
   Bu yazıda Türk Edebiyatı'nın önemli eserlerinden biri olan Aylak Adam'a değineceğim. Umarım bu yazı; okuyanlar için kitabı yeniden kafalarında canlandırma, hala okumamış olanlar içinse bir teşvik etme yazısı olur.

   Öncelikle kitabın kapağından başlayalım sayın okur. Kitabın 'Varlık Yayınları'ndan çıkan ilk baskısında Yusuf Atılgan'ın, Ülkü Tamer tarafından çekilen fotoğrafı bulunmamakta, yakın zamanda aldığınız basımlarda ise bir meçhulü arayan gözlerle bakan Atılgan'ın fotoğrafı sizi kapakta karşılar. Bu fotoğrafın gizemli güzelliği birazda Ülkü Tamer'in perspektifi diye düşünüyorum. Öyle ki kitabın baş karakteri C.yi kitap boyunca hep kapaktaki adam gibi tasavvur edip bu sınırların dışına çıkmakta zorlanıyorsunuz.Bu kısasta fotoğrafın bağlayıcılığını güzelce ifade etmiştir diye umuyorum.

   Kitap dört bölümden oluşmaktadır.

   Kış; diye başlar Atılgan. Yalnızların ve aylakların ayı diye böyle başlamıştır büyük ihtimal. Baş kahramanımız C. aylaklık kelimesinin vücud bulmuş halinden başka biri değildir. Geçimini evlerinin kirasıyla, zamanını ise arkadaşının resim atölyesinde geçirmektedir. Öğleden sonraları bu atölyeye uğrar ve resmini çizmekte olan kişilerin gözlerine poz verir. Daha sonra ise bir sinema oyunu izlemeye gider. Aylaklığın temel esaslarını; boşa vakit geçirme ve para harcamayı harfiyen yerine getirir.

   İlkyaz; diye devam eder Atılgan. Öğleden sonraları bir pastanede oturup etrafı inceler. Yayaları, araçları, lambaları, trafik polisini. Bu izlencenin bir anında ayrılmak üzere olan iki kız görür. Bu iki kız B. ve Gönül'den başkası değildir. Bunlardan birini takip eder. Bu kişi Gönül'dür. Bu C.nin ilk ve en büyük hatasıdır. Eğer Gönül'ü değil B.'yi takip etseydi; hayatı boyunca aradığı duru aşk için daha doğru bir hamle yapmış olacaktı. Tabii kurgusallık açısından yazar burada aranan kişiyi bir kuyuya atıp hikayeyi genişletmek adına Güler'i takip etse de, aslında kısacık hayatımız adına bizlere mesajı layıkıyla veriyor. Hep doğruları arıyoruz fakat bu doğruları ararken öyle yanlışlar yapıyoruz ki doğruya ulaştığımızda bu yanlışların yaralarını temizlemekle uğraşıyoruz. Sonra bu doğru yanlış döngüsü bizi kitaptaki şu söz gibi düşündürmeye başlıyor: "Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerde mi oluyordu?". Konudan fazla uzaklaşmadan Güler'i anlatalım birazda. Hayatındaki en büyük gayesi geniş bir ev, çocukları ve eşiyle geçireceği sıkıcı bir hayat olan öğrenci. C. ile yaşadıklarını B.'ye mektuplarla anlatır. C.'nin kendisini takip ettiği günlerden sonra onunla tanışır ve gezmeye başlarlar. Daha çok vakit geçirip, samimiyet yolunda büyük adımlar atarlar. Hatta bir yerde şöyle der C.;"Siz anlanamaz, sen anlanır. Bazı kitaplarda sizi seviyorum'u okuyunca gülerim. Sanki siz sevilebilirmiş! Sen sevilir, değil mi?". Daha sonraları ise Üsküdar'da yaşadıkları bir olay sonrası hem ilişkileri hem de hikayenin İlkyaz kısmı biter.

   Yaz; Güler ile ayrılmasından sonra C. yaz tatili için Suadiye'de bir yer tutar. Gittiği bu yerde eski sevgilisi Ayşe ile karşılaşır. Onunla yeniden konuşmaya başlar. Ayşe ressamdır. Ama insan resimleri çizmez. Çünkü; "İnsanlardaki her duygu bir renktir.". C. ile klasik müzik dinler ve sahile indiklerinde en güzel resmi yapmaya çalışır. C. ile çoğunlukla güzel günler geçirir fakat C.'nin en sonunda onu bırakıp gideceğini içten içe hisseder. Bu sevgisizlik sarmalı Ayşe'nin sözlüğünden C.'nin duygularına şöyle yansıyacaktır:"23 Temmuz.Onu seviyorum." / "Beni sevseydin o günün 23 Temmuz olduğunu bilmezdin." C. bu süreçte Ayşe'ye tüm hayatını; babasının nasıl bir insan olduğunu, teyzesini, niye çoğu zaman kulağını kaşıdığını anlatır. Daha sonra ise bu yakınlık Ayşe'nin bırakıp gideceği bir notla biter. Ayrılık olayı C.'yi üzmez bunda kolej yıllarında yaptığı bokstan dolayı yediği sağlam darbelerin etkisi büyüktür diye düşünüyorum. Sonra C. yaptığı tatilden yeniden yalnızlık semtine döner.

   Güz; Artık C. için B.yi bulmak totemsel bir çark işletir. İlk gittiği pastaneye gider ve onu arar. Yollarda,tramvaylarda,kaldırımlarda. Şöyle düşünüp rahatlamaya çalışır: "Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi."Ama gelgelelim hedefine ilk başta bir türlü ulaşamaz. Gittiği pastanede atölyeden arkadaşı Sami ile karşılaşır. Sami ile biraz içip arkadaşları Kemal'in evine atarlar kendilerini. Kemal ise C. ve Sami'ye evlilik arifesinde olduğunu ve evleneceği kızın da ressam olduğunu söyler. Kemal'in tasvirlerine göre oluşan sima ise Ayşe'den başkası değildir. C.'nin yerinde olmak istemeyen milyarlarca erkek vardır o an için, C. dahil. Sonra C. yine o pastaneye gider. Oturur ve dışarıyı izler. Tam o sırada B. dükkanın içine bakar. C. aradığı kişiyi bulmuştur ve arkasından koşmaya başlar. B.'de otobüse yetişmek için koşmaktadır ve otobüse atlayıp uzaklaşır. Bu sefer kaybetmek istemeyen C. ise yetişmeye çalışırken kavga çıkartır ve birkez daha B.'ye geç kalır.

   Kitaptaki karakterlerin isimlerinden bazılarının isminin olmaması bence iyi bir argüman şöyle ki; C. ilk önce Ayşe ile bir ilişki yaşıyor. A ve C kısacası. Ayşe, B. ve C.'yi; alfabetik sırada A ve B'den sonra C geliyor. Bence gerçek hayattaki ilişki mantığınıda düşünürsek; aşk insana kendisini bulduruyor, buldurmalıda. Ve böyle oluncada sıralama dışındaki bir Güler ise zaman kaybından fazlası olamıyor.-İsmi A ile başlayan Aylak Adamlara selam olsun buradan.-
   
   Son olarak girişte değindiğim Ülkü Tamer'i daha yakından tanımak adına Cemal Süreya'ya yazdığı dizeleri paylaşmak istiyorum.

 "Tanrı
Bin birinci gece şairi yarattı,
Bin ikinci gece Cemal’i,
Bin üçüncü gece şiir okudu tanrı,
Başa döndü sonra,
Kadını yeniden yarattı."

Okuduğunuz ve vakit ayırdığınız için teşekkürler.


Kaldığı yerden ;

   Yaklaşık bir yıl gibi bir süredir blog sayfamdan uzak kaldım. Bu süreçte buralara yazılacak çok şey yaşadım fakat yazmakla,yazmamak arasındaki gelgit hiç bitmedi. Birşeyler yazmak,okuyan kişilerle ortak hisler paylaşmanın sevinci sonunda bu medceziri bitirdi.Kaç kişi okumuş veya okuyacak-nicelik olarak hiçbir önem arz etmiyor benim için,nitelik niceliğin abisidir çünkü-okuyan dostlar sağolsun.Buradayım artık.Yazıyorum.Okursanız ne mutlu.

3 Eylül 2013 Salı

ÇAĞIMIZIN MARİA PUDER'İ ; SAYGI

     

   En insani davranış, bir insanın utanılacak duruma düşmesini önlemektir.-Nietzsche/// 

    Toplum olarak bir kağıt üzerinde duran toplu iğneler gibiyiz.En küçük siyasi,dini veya sosyal argümanda,altımızda bir mıknatıs varmışcasına, kutuplara koşmaya başlıyoruz.Saygının önemli bir meziyet olduğu hafızalarımızda bir anda boşluklara düşüyor ve bizde ardından atlıyoruz.Unutuyoruz aslında saygının;temelsel olarak baz alındığında kullanımına ve ölçüsüne göre sevginin,nefretin,öfkenin ve aşkın yapıtaşı olduğunu.Saygı; dilimizde türemiş bir kelime ama şuanda görülen o ki günlük yaşantımızda bunu yeterli ölçüde türetemiyoruz.En ufak kusurda veya bizim bakışsal penceremizin hudutları dışında kalan herşeye düşman gözüyle bakmamız,en kötüsüde bunlara saygısızlıkla muamelemiz.Ve bir basamak üstü olarakta küçük görmemiz ve alay konusu etmemiz.

   Bu anlamda siyasi ve dini olarak iki başlık açabiliriz. Siyasetini sevmediğimiz A partisi veya B partisini eleştirmek bize nefes alma özgürlüğümüz kadar verilmiş açık bir haktır.Eleştirinin,güzelliğin temeli olduğunu bu bağlamda yinelemek gerekiyor.Fakat bu pozitif veya negatif eleştiriyi yaparken,çapı saygı olan çemberin dışına çıkmamak ilk kuraldır.Bu sınırlar terk edildiği anda; haklı durumdan haksız duruma düşmek için çok bir çabaya gerek kalmıyor.Saygısızlığın erozyon yaşadığı diğer olayda Din.Kişinin hangi inanca sahip olduğu veya hangi inanca sahip olmadığı,kişinin bir toplumda dışlanması veya içeri çekilmesine neden oluyorsa,başta insani değerlerin sonrada dinin temeli olan saygıyla bağdaşlaşmıyor ne yazıkki.Bir kişinin inandığı değeri ifade etmesi en doğal hakkıdır.Ve tabiiki bunu ifade ederken diğer düşüncelerede biraz laf giydireyim hatasına düşmediği taktirde,her türlü saygıyı haketmektedir. Burada son birkaç senede yapılan ve yapılmaya devam edilen Atatürk ile dini birbirinden uzaklaştırma ve her ikisinin savunucularının birbirini kötüleme çabası saygı perdesinin kalktığının açık bir şeklidir.Bu hususta şu söz kilometre taşı olmalıdır: 'Atatürk'e dua ve teşekkür etmeli,Allah'a da şükretmeliyiz'.Insanlar 4 parmakla kaldırımları gökkuşağı renklerine boyamalı ve elele tutuşup barış çemberi oluşturmalı.John Lennon bundan yıllar önce Imagine dedi.Bizde dinledik,söyledik.Şuanda bende okuduğunuz bu parçaya göre bir hayal kurmanızı rica ediyorum.Bir insan;hem kendi dini yaşıyor,en azından gayret sarfediyorsa,hem de herhangi bir siyasi meseleye kendi olgunluğuyla yaklaşıyor.Bunun yanında Dünyadaki siyasi meseleleri iktidar veya muhalefet hangisini desteklerse desteklesin,tarafsız olarak bakabiliyor.Insan canının ne kadar değerli olduğunu,bir çocuğun gözyaşının bir siyasinin gözyaşından değerli olduğunu biliyorsa ; saygı tohumları yeşermeye devam edecek demektir.SAYGILARIMLA.


13 Haziran 2013 Perşembe

Gezilecek Park mı Direnilecek Park mı

      Malumunuz 2 haftadır Gezi Parkı ile ilgili birçok yazı yazıldı.Bende bu konu hakkında yaptığım gözlemleri paylaşmak istiyorum.Gezi ile ilgili anlatılacak o kadar çok olay var ama ben sadece bir kısmını paylaşayım istedim.Öncelikle herkes koltuğuna otursun.Egolarımız için fazla sandalyemiz vardır.
Benimle savaşma..
Çünkü kazanırsan, kaybedersin..//
Hakan GÜNDAY
 
      Ben kelimesini biz yapın ve Gezi Parkının girişine büyük harflerle yazın.Çünkü gençliği karşısına alan hiçbir sistem hayatına sağlıklı bir şekilde devam edemedi ve yaşananlar gösteriyor ki bu realite böyle devam edecek.
     Dur yolcu bilmeden gelip AVM yaptığın bu park bir direnişin başladığı yerdir.15 gün oldu bugün , Gezi parkındaki gençlerin çadırları yakılalı.5 gün oldu Komiser Mustafa SARI isminin önüne Şehit mührünü alalı.Tarihin unutmayacağı bir direniş . Murat Uyurkulak'ın TOL kitabının başında dediği gibi: 'Devrim bir zamanlar ihtimaldi ve çok güzeldi.' Şimdi o kitabı okuyup büyüyen çocuklar ise şöyle diyordu : 'Direniş bir zamanlar ihtimaldi ve çok güzeldi.' Direnişin başladığı ilk günler hava güneşli her yer biber gazına boyanmış Taksim ana baba günüydü.Sadece yeşili seven ve yeşil için mücadele eden insanlar toplanıyordu.Gezi bir panayır yeri gibi güzel insanlarla doluydu.Gözlüksüz hali Clark Kent'e benzeyen adamın dediği gibi 'Kreatif Keratalar' ile doluydu her yer.Genci ,yaşlısı, anası , babası herkes gidiyordu Geziye.Kimi direnmeye kimi direnenlere yardım etmeye. En çokta yıllar sonra bende oradaydım demek için.Gidemeyenler üzülüyor, kendi illerinde yürüyor ya da tencere kazan kaldırıp çalıyorlardı.Ve sonra başından beri üç maymunu oynayan medya, neler oluyor burada diyip meydana geldi.Tesadüf ki molotof kokteylinin tam ortasına yetiştiler.Ben burada ilk günden beri dediğim birşeyi yinelemek istiyorum.Taksimde sadece park için duran ve hiçbir provokasyona gelmeyen insanlara laf eden adam cahildir.Ama aynı şekilde provoke eden veya olan molotof atıp , camı çerçeveyi indiren insanlara saygı duyanda cahil kere cahildir.Kötü niyetli insanların orada olan iyi insanların emeklerini çalması hiçte hoş bir eylem değildir çünkü.Bu direniş daha ne kadar uzar veya ne kadar yere sıçrar bilemiyorum.Fakat şunu öğrendim ki : Şeytanın Avukatı filminde denildiği gibi ;'Kibir benim en sevdiğim günahtır.' Kibirli ve kendini büyük gören insanlar ve özellikle siyasetçiler olduğu sürece çözüm giderek zorlaşacak.Okuduğunuz için teşekkür ederim.Lütfen çıkarken egolarımız sandalyede oturmaya devam etsin.Son olarak sizce ;Gezilecek Park mı Direnilecek Parkı mı Gezi?

24 Mayıs 2013 Cuma

Erken Kalkın Çocuklar Kaybediyoruz


     ''Erken Kaybedenler '' romanını okuduktan sonra Emrah Serbes'e hayran olmamak elde değil.Bende bu yüzden nacizane birşeyler ifade etmek istedim.Umarım beğenirsiniz.
      
      Hakan Günday : ''Genç ölmekten çok, hızlı yaşlandım.'' diyordu. Bende diyorum ki :'' Erken kaybetmekten çok, hızlı kaybettim.''. En güzel çağında çocukluğumu, en güzel yıllarında sevgimi, en önemli zamanında aklımı kaybettim. Bizde erken kaybettik. Hem de Emrah Serbes'in anlattığından daha acı bir şekilde kaybettik. Ağlamak istedik fakat göz pınarlarımıza filler oturmuştu. Bizde içimize ağladık ve belki bundandır ota boka herşeye gözümüzün dolupta ağlamaklı oluşu.

     İlk günden beri insanlar özellikle ailelerimiz hep birşeyler bekledi bizden.Evde uslu olmamızı, okulda başarılı olmamızı ve daha birçok gereksiz istek. Ama asıl isteyeceklerini unutmuşlardı çünkü; günlük hayatın içinde kimse küçük bir çocuğun iç dünyasına fazla vakit ayıramazdı. Onlarda kısa yolu seçerek kitap ve istekten bir deniz oluşturdular ve çocuklarını bu denizde boğmaya karar verdiler.İşte o asıl söylemeleri gereken istek ise çocukların duygularını uçaktan atılan reklam broşürleri veya düğünde saçılan paralar gibi savurmamaları gerektiğiydi. Çünkü kaybettiğimiz takımın en golcü ismi bu saçılan duygulardı ve bize sürekli gol atıyordu. Canımızı acıtıyordu her gol , her boşa saçılan sevgi tanesi. Küfürlerle tezahürat ediyorduk bizde.Ağız dolusu ve en rahatlatıcı şekilde hem de. Ama bu golcü duyguların gözü kör olduğu kadar kulaklarıda sağırdı. Laftan anlamıyordu hisler.

    Emrah Serbes'in ''Erken Kaybedenler'' kitabını hayatında çok şey kaybedenler okumasın çünkü zamanlarını da kaybedebilirler.Fakat az şey kaybedenler kesinlikle okusun yoksa çok şey kaybederler.

   Son olarak unutmadan ; biz sensörlü florasanı yanması için değilde, yanmaması için çaba gösterirdik.Çünkü dünyada ailenin ve birkaç güzel insanın umrunda olduktan sonra geri kalanların ilgisine veya dikkatine gerek yoktur.





16 Mayıs 2013 Perşembe

ŞampiBomb

    Şimdi hayatta olsa piyasadaki birçok karakter yoksunu gazetecinin suratına tükürecek, size mi kaldı ulan habercilik diyecek adam yıllar önce şöyle demişti; Vurulduk ey halkım.Ve bende şimdi yineliyorum hem de geliştirirek ; Topla vurulduk ey halkım.Nasıl mı?Burak attı 1-0 oldu.Reyhanlı'da araç patladı 200 oldu.Evet Webo attı 1-1 oldu.Bu skorla Reyhanlıda 2. bomba patladı 400 oldu.Emre yerde kaldı acı çekiyor.Yavrusu patlamada ölen analar hep bir ağızdan söyledikleeri tezahüratlarda ağıt yakıyordu.Stattaki şaklabanlar birbirlerine ayak oyunlarını öğretiyordu.Hatay'da bir çocuk kopmuş ayağına bakıyordu.
  Maç bitmişti.Haberler derbiden çok Hatay'a yerini bırakır diye düşünmeye başladım.Olmadı.Bırakmadı.Zeka seviyesi yaşını bile geçmeyen insanlar derbi hakkında atıp tuttular.Sonra düşündüm ki Dünya'da adaleti arayan bulsa bulsa belasını bulur.Bombalı saldırıdaki ölen masumlar gelsede şunlar gitse dedim.Haber kanallarına bakalım dedik.''Bi'haber'' kanalında Hatay'da patlama ile ilgili hiçbir altyazı dahi yoktu.Yazıklar olsun dedim.Koca puntolarla Şampiyonu duyuruyorlardı.Durdum,o zaman daha yüksek sesle dedim ;'ŞampiBomb'.

30 Nisan 2013 Salı

Ruhi mi Mücerret

Kelimelerin belini kırmak diye birşey olmasaydı Murat Menteş icat ederdi.
Anlaşamazsak birbirimizi daha çok severdik diyor yazar.Murat Menteşi de bu zamanda anlamak zor , sevmek kolay.Bence kendisin kelimeleri böyle kıvrak hale getirdiği ve adeta belini kırdığı için tedavisi şart.Biraz geç tanıştım diyelim Murat Menteş kitaplarıyla.Son kitabı ile başlamak istedim.İlkine yetişemedik sonuncusuna yetişelim diye.Hakan Günday vari kelime oyunları ve hikaye bağlaması gerçekten şahane bir eser haline getirmiş `Ruhi Mücerret'i.
Anlatılmak istenen reklam ve tüketim çılgınlığı 100 yıldır ülkenin havasını soluyan Ruhi Bey üzerinden kurgulanmış.Ruhi Mücerret Gaziantepli bir Gazi.Babamın dedesi, dedemin babası gibi.İstiklal savaşının son şahidi.Omzunda tüm şehitlerin yüküyle.Artık Azraili bekler Ruhi Bey.Sonra civanmert biri olan Civan Kazanova ile tanışır.Kinyasın bu kitaba iz düşümü olan Civanla.Bu iki uzak adamın ortak özelliği kafalarında olan reklam çipi.Masum Cici denilen p.çin çipi.Amacı insanları yönetip reklam yapmak isteyen çip.Kitapdaki erkek karakterler kurgu açısından eksiksiz ve Murat Menteşin hayal gücüyle bezenmiş şekilde.Kadınlara gelirsek Nazlı Hilal bu dünyada olmayacak güzellikte hatta incelikte.Fakat benim için Fujer Fuji ayrı tabi.Silah kullanan beyin cerrahı bayan, en az cepheye mermi taşıyan nenelerimiz kadar cesur.
Burada gönül isterdi ki daha uzun yazayım veya kitabın özetini çıkarayım fakat okumanızı tavsiye ediyorum Ruhi Mücerret'i.Umarım ikea koltuğunuzda,philips aydınlatmalarınızla,elinizde coca-colayı yudumlarken bu kitabı okursunuz.
Summer Wine şarkısınıda dinlemeyi unutmayın.